29 Mayıs 2012 Salı

BİR 25 ŞUBAT 1978 YAZISI...


Ölüm övülecek bir şey değildir. Ölümü yücelten ideoloji faşizmdir. İspanya İç Savaşı’nda falanjistlerin ünlü sloganı “Yaşasın Ölüm”dür. Devrimci mücadele insanın yaşamını temel alarak sömürüye, savaşa karşı çıkar. Yaşamı metalaştıran kapitalizmken, yaşamı özgür kılan sosyalizmdir.
İnsanlık tarihinde her kazanım, köleliğe karşı özgürlük, mutlakçılığa karşı demokrasi, teokrasiye karşı laiklik, savaşa karşı barış, kapitalist sömürüye karşı sosyalizm, vb. tarihi arkasında milyonlarca erkek, kadın, çocuk, vb. ölüsü bırakarak kazanılmıştır. Nükleer silahlar ve kitle imha silahları çağında ölümün sivili-askeri de yoktur.  Amerikan neo-con tarihçi Victor Davis Hanson, “Batı Neden Kazandı?” adlı kitabında bir bölüme “Piyasa ya da Kapitalizm Öldürür” adını vermiştir.



“Kapitalizm öldürür” ama sosyalizm yaşatır. Anıtlarında, şiirlerinde, tuvallerinde… Proletaryanın mücadelesi emeğin eşitliği ve özgürlüğü içindir. Madenlerde, tersanelerde, tekstil atölyelerinde, sanayi sitelerinde, vb. işçilerin katliamı andıran ölümlerini, devrimci mücadelenin insanları engellemeye çalışır: Çoğu kez kendi ölümleri pahasına. Yani ölümde de işçi sınıfı ile eşitlenir. Kapitalizmde işçi sınıfının yazgısı devrimcinin yazgısı olur.

Nazım, 25 Şubat 1978’de (yani 78 adını alan kuşağın doğduğu yıl) Adana Mustafabeyli’de jandarma kurşunuyla öldürüldüğünde Türkiye’nin öbür ucunda –İstanbul’da – yaralı ele geçmiş bir yoldaşını kurtarmayı kafasını koymuştu. Tıpkı Denizleri kurtarmayı kafalarına koyan ve birer birer, onar onar kırılan 1972 devrimcileri gibi. Hiçbir imkânsızlık tanınmazdı. Upuzun bir yolda, art arda çok sayıda polis ve jandarmanın kuşatmasında, yoldaşlarıyla gidebildiği son noktaya kadar gitti. Ağır yaralı yoldaşını kurtarmaya giderken Mustafabeyli’de kuşatıldığı arazide vurularak öldürüldü. Yaralı ele geçseydi, ne pahasına olursa olsun onu kurtarmaya da koşacaklarını biliyordu!   

Spartaküs’ü hepimiz tanırız. Peki, Spartaküs ve köle ordusunu ezen, köleliğin yüzyıllarca daha sürmesinde büyük katkıları olan anlı şanlı, renkli üniformalı Romalı generalleri, en başta Crassus’u ve o Roma lejyonlarının adlarını birkaç tarihçiden başka kim bilir? Spartaküs’ten önce isyan eden köle liderleri de tanıyanımız azdır: Eunous, Aristonikos, Salvious, Athenion, vb…İ.Ö. 73’te isyanın başlangıcı, köle ordusunun yoksul köylülerin katılmasıyla büyümesi, çatışmalar, isyanın bastırılmasından sonra Spartaküs’ün yardımcısı Puplipor’un bir avuç savaşçıyla bir süre daha direnmesi artık ayrıntıdan başka bir şey değildir. Spartaküs adında dev bir imparatorluğa karşı direniş simgeleşmişti. O adın yaklaşık 2000 yıl sonra Alman Sosyal Demokratlarının bölünmesinden sonra komünist kanadın adına dönüşmesi demek ki bir rastlantı değildi.

Ortaçağ’da köylü isyanları zaman zaman tüm dünyayı saracaktı. 14-15 yüzyıllarda burjuvazinin nüveleri şehir devletlerinde isyan etmeye başladı. Ama bütün bu mücadeleler ancak 17. Yüzyılda Hollanda ve İngiliz, 18. Yüzyıl sonunda Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa’da burjuva devrimlerine yakıt oldular. Burjuva çağı hâlâ egemen olduğu için G. Washington, Thomas Paine, Danton, Robespierre, Saint-Just adları İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgeleriyle birlikte anılır olmuştur. 1848’le birlikte, bir yandan Avrupa’yı saran devrimleri ve neredeyse o devrimler kadar insanlığa kılavuz olacak bir broşürü tanırız: Komünist Manifesto! Ve bizim çağdaş tarihimiz bu noktada başlar. Tarih sınıf mücadeleleri çağıdır; burjuva devrimleriyle iktidara yerleşen burjuvazinin yönetiminin de diğer mülk sahibi sınıflarınki gibi bir ömrü vardır. Yani, burjuvazinin egemenliği sonsuz değildir. 1848’den beri Marx ve Engels bunu defalarca tekrarlamış, 19. Yüzyılın bilimsel yöntemleriyle kapitalizmi tahlil etmişlerdi. O zamandan beri yaşadığımız tarih elbette proletaryanın ağır yenilgileri, devrimci deneyleri, kısa ve anlık, orta vadeli zaferleri, yanılgıları, doğruları, geçici yol arkadaşlarının, müttefik olduğu sınıfların ihanetleriyle yazılmıştır.

1871’de Paris Komünü barikatlarında, idam mangaları karşısında, dünyanın ilk proleter devrimi ezildiğinde zafer marşlarını çalan, zafer yürüyüşlerini yapan burjuvazi ve aristokratik rejimlerin temsilcilerinden başka kimse yoktu. Paris’i kuşatan Alman askerleri bile utanç içinde başlarını eğip çekip gitmişlerdi. Bunun nedenlerinden biri Komün’ün kitleselliğiydi; Marksistler dâhil hiçbir akımın damgasını vuramadığı komünün çok renkli yapısıydı. Ekim Devrimi’ne kadar, Komün sonrası sosyalizm ana akımını büyük ölçüde temsil eden, Alman Sosyal Demokrat hareketi oldu. Almanya’da 1848 devrimine katılan radikal burjuvaziden kitleselleşen sosyal demokrasiye katılanlar olduğu kadar, adım adım Prusya krallığının temsilciliğine soyunanlar da oldu. Gençliklerinde barikatlarda devrim için savaşanların bir kısmı önce “Özgürlük ve Demokrasi” sloganlarıyla koptukları devrim hareketinden, en zıt noktalara kadar gidip sonuçta Prusya militarizmine dalkavukluk ettiler. Franz Mehring bu dönemi çok dokunaklı anlatır.

Paris proletaryası 1871’de Komün’de en iyi evlatlarını yitirmiştir. 1914-18’de Avrupa proletaryası ve sosyalistler Marne, Somme, vb. siper savaşlarında, tüm dünyanın karaları, semaları ve denizlerinde süren emperyalist boğazlaşmaya yüz binlerce insan kurban vermişlerdir. Sovyet devrimcileri Ekim Devrimi’nden sonra Brest-Litovsk barışına kadar Alman orduları, daha sonra da İç Savaş’ta Beyaz Ordular karşısında büyük kitlesel kurbanlar vermiştir.  1941’de kadar, kısa sürede inşa edilmeye çalışılan her şey, SSCB’de 1941-45 arasında büyük ölçüde tahrip olmuştur. Rus tarihçilerin yeni araştırma sonuçlarına göre, Sovyetler 11,27 milyon asker (8, 38 milyon er, 898.000 astsubay ve düşük rütbeli subay, 898.000 subay) kaybetmişti. [KAYNAK, Hitler Kitabı, s. 354] Bu sayıya siviller dâhil değildi. İspanya İç Savaşı, Avrupa’da anti-faşist direniş, Yunanistan İç Savaşı, İrlanda Bağımsızlık Mücadelesi, Çin-Japon ve Çin İç Savaşı, Kore, Vietnam savaşlarında da ölüm tekil değil, yüzbinler, milyonlarla ölçülüyordu.

Türkiye’de komünist hareket kurulduğu günden başlayarak her türlü yöntemle ortadan kaldırılmak istenmiştir: Hepimizin bildiği Mustafa Suphi ve arkadaşları örneğiyle başlayan bastırma harekâtı, Soğuk Savaş’ta McCarthy’ci yöntemlerle birlikte sürdürülmüştür. 1965-1971 arasında devrimci ivmenin yükselişi üzerine karşı-devrimin yeni bir bastırma harekâtıyla, Vedat Demircioğlu’nun katliyle başlayarak onlarca genç devrimci daha toprağa verilmiştir. Çoğunun ismi bugün unutulmuşsa da Taylan Özgür’ü hatırlamayanımız azdır. Devrimci silahlı mücadelenin başlamasıyla işkence, idam ve katliam sarmalı dalgalanarak sürüp gitmiştir.

****
Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğunun çöküşü, pek çok bakımdan II. Enternasyonal’in çöküşünü andırsa da temelde çok daha derin etkiler yarattı. Ancak bu konuda düşünen herkes Avrupa Komünizmi’nin, Prag Baharında simgelenen piyasa sosyalizminin, ideal gibi yutturulan İsveç sosyal demokrasisinin, Arnavutluk, Romanya sosyalizmlerinin, Dayanışma sendikasının, yani anti-Sovyetik tüm eğilimlerin de göçüp gittiğini tahlillerine eklemelidir. Şimdi sıra demokrasi, küreselleşme, uygarlık diye servis edilmiş olan, yeni Orta-çağ peşindeki aydınlanma düşmanı post-modernizmin tarihin çöplüğünü boylamasındadır. İnsanlığın 2-3 yüzyıldaki bütün kazanımlarını ABD-İngiliz emperyalizminin çıkarlarına ortadan kaldırmak için Avrupa ve ABD üniversitelerinde, düşünce kuruluşlarında düşünce geliştirenler de sona yaklaşmıştır. Oysa sınıflar savaşımında proletarya ve emekçi yığınlar öğrenmeye devam edecektir.

Son finans krizinden sonra, Avrupa’da ırkçılık, neo-faşizm, Reagan-Thatcher piyasa ekolü hâkim olarak işçi sınıfının 19. Ve 20. Yüzyıldaki kazanımlarını büyük ölçüde ortadan kaldırdı. Bunu Fransa, İspanya, Yunanistan’da milyonların katıldığı kitlesel gösterilere rağmen yaptı ve sahte solcuların bütün tezlerini de tarihin çöplüğüne attı.

Özetle: Bugün yaşanan tartışma tek boyutludur. Her türlü eski solcu (Marksist-Leninist, Troçkist, Maocu, vb.) başını ABD’nin çektiği emperyalist bloklaşmanın ve kapitalizmin kesin ve mutlak bir zafer kazandığına inanıyor. Tüm eski tartışmalardan (Marx-Engels’in ütopyacı sosyalistlerle ve anarşistlerle, Lenin ve Stalin’in Buharin ve Troçki gruplarıyla, Che’nin Bettleheim’la, Mao’nun Çu EnLay ve Deng Hsio Ping’le, planlı devlet sosyalizmini savunanların sosyalist piyasa ekonomisini savunanlarla) bugünün tartışmasının ayrıldığı temel nokta budur. Bugün Türkiye’de daha çok siyasi mültecilerden kaynaklanan bu görüş kapitalizmin kesin ve mutlak zaferini çoktan ilan etmiş, akılları sıra bu zafere direnen “ulus-devlet ve ulus-devletçilikler”i ABD, İngiliz, Fransız, Alman ulus-devletlerinin sözcülüğünü yaparak ideolojik olarak ortadan kaldırmaya soyunmuşlardır. “Aydınlanma”yı, “diyalektik ve tarihsel materyalizm”i, “bilim”i, “modernizm”i binlerce kez aşıp “yeni ortaçağ”a, “yarı-dinsel tarih anlayışı”na, “bilim dışı”, ama teknolojiye tapan post-modern görüşleri egemen kıldıklarını sanmışlardır. Avrupa ve ABD’nin teknoloji çöplüğünden beslenildiği gibi, ideolojik çöplüğünden de beslenenlerin zafer alayında şen şakrak yürüyüşleri bir süre daha devam edebilir.

Tekelci sermayeye bütün dünyayı, gücü, hatta uzayı, evreni fethe hazır topraklar olarak görenlerin, emeğe layık gördükleri tek şey burjuva siyasal demokrasinin dar sınırlarıdır.  
 Avrupa proletaryasının siyasi suskunluğu, tekelci devlet kapitalizminin dünya jandarmalarının kendilerine eski solcu aydınlar arasında bulduğu yeni müttefiklerin işini kolaylaştırmıştır elbette. Ama erken zafer sarhoşluğunun sonu her mücadelede hüsrandır. Tarihin diyalektiğini unutup tarihin sonunun geldiğine inanan herkes, emek-sermaye, emperyalizm-ezilen dünya halkları, kuzey-güney,   vb. çelişkiler gibi emperyalistler arası çelişkilerin de buharlaşıp gitmediğini kısa ömürlerinde mutlaka göreceklerdir. Çünkü siyasal, kültürel, dini, gündelik hayat alanlarında inişli çıkışlı bir seyir izlese de çelişki sınıflı toplumun özünden gelir.

25 Şubat/2011 Ali Çakıroğlu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder